#GEZİ2YAŞINDA: Forumlardan, Fatih Saraçhane Parkı’nda Gezi, İktidar ve Medya Üzerine

Ahmet Şık – İsmail Saymaz /

Fatih Forumu’nun Saraçhane Parkı’nda düzenlediği Gezi, İktidar ve Medya konulu direniş forumunda Türkiye’de yakın dönemde gerçeğin, kamusal yararın peşinde koşan, bağımsız gazeteciliğe emsal olan, sesi olmayana ses veren ve ülkenin geçirdiği büyük ve yapısal bir dönüşümü takip edip, belgeleyen bu nedenle de haklarında açılmadık dava bırakılmayan iki gazeteci söz aldı. Saraçhane Parkı bize hep KESK yürüyüşlerinin buluşma noktasını çağrıştırır öte yandan polis koruması eşliğinde Mısır’ı telin mitinglerinin de bir adresi olduğunu da gördük. Bu kez, İsmail Saymaz ve Ahmet Şık ile yollarımız Saraçhane’de buluştu. Ahmet Şık ve İsmail Saymaz’ın arkadaşları ve okurları olarak bu sayımızdaki direniş bağlamında medya gündemini onlardan dinlememek olmazdı.

Birbirine benzemezlerin medya tepkisi ve “sözde terörist”

İsmail Saymaz: Siyasal iktidar birbirine benzemezlerin bize karşı birleştiğini söyledi. Yani Ulusalcıların, Kürtlerin, sosyalistlerin… Bunun altında bir komplonun, Zaman gazetesi ve STV’nin deyimiyle kirli bir planın olduğunu iddia etti. Oysa ki bu sürecin taşıyıcısı kendisiydi. Oysa ki beş yıldır sokakta alelade bir insanın protestosunu terörize eden onlardı. Bir pankart asmanın, bir siyasiye yumurta atmanın, kendi dilinde türkü söylemenin, cinsel tercihini ortaya koymanın bir suç kategorisi olduğunu, bunu mutlaka iktidarı alaşağı etme amacı taşıdığını iddia eden iktidardı ve bunu gazeteler üzerinden meşrulaştırdı. Öyle bir manipülasyon yapıldı ki son beş yılda, demokratik talepler boğuldu, hukuk istenen yerde katledildi. X grup şu televizyonu ele geçiriyor deyip arka planda başka bir televizyonu ele geçirdiler. Konuşan Türkiye derken insanların ağzını bantladılar. Kitap yazmak (Ahmet Şık’ın örneğinde görüldüğü üzere) taslak halinde iken yasaklandı. Toplumun önemli bir bölümü teröriste dönüştü. Polis fezlekelerinde ifade edildiği gibi, sözde bayrak, sözde şiir vs. derken toplumun önemli bir bölümünü sözde teröriste dönüştürdüler. Ne yaparak? Bazen şiir okuyarak, bazen slogan atarak, bazen bir düşünceyi ifade ederek. Bazı “gazeteciler” bu sürecin taşıyıcısı haline dönüştürülerek yapıldı bu. Toplumda bize karşı bir tepkinin olmasının nedeni buydu. Sonuç olarak daha eşit daha özgür bir dünyayı talep edenlerin buluştuğu Gezi Parkı’nda bizim de içinde bulunduğumuz anaakım medyaya tepkilerin oluşması gayet doğaldır.

Fakat insanlar sokağa döküldüğünde insanların bize olan tepkilerini anlayamadık. Anlayamadığımız için penguenleştik. Örneğin ben, belli bir sebepten Taksim’e gidemediğim bir gün, kalabalık protestoyu CNN International’dan izledim. Benim evim Kurtuluş’ta, Taksim’e yürüyerek on dakikada gidebilirim. Yanı başımdaki toplumsal hadiseyi Amerika üzerinden izleyebiliyordum. CNN Int’ın bir muhabiri Taksim Meydanında, bir muhabiri AKM’nin üstünde, bir muhabiri Gezi Parkı’nın içinde. Meydandaki muhabir gaza maruz kaldı ve öksürmeye başladı. Ekrana birdenbire elinde şişe olan biri girdi kadının yüzüne bir sıvı sıktı, gitti. Bütün dünya izliyor. Christian Amanpour, kadın muhabire, “ne yaptılar sana?” diye sordu. “Yüzüme bir şey sıktılar, çok rahatladım” dedi. Bunları CNN Int’ten izledik. Uluslararası yayın organlarında Türkiye basını ile dalga geçtiler. Bülent Ecevit, 1982’de yazdığı bir yazıdan ötürü cezaevine girmeden basın toplantısı yaptığında yabancı gazeteciler ve Türk gazeteciler bir aradadırlar. Türk gazeteciler için nasılsa yazamayacakları için soru sormuyorlar der ve İngilizce konuşur. Başbakan Fas’a giderken Türkiye’de çalışan gazeteciler başbakana soru soramadığı için Reuters’te çalışan birinin soru sorabildiğini canlı yayında izledik. Türkiye’yi yönetenlere sorulması gereken soruları Christian Amanpour’un sorduğunu gördük. Bundan da utanmadık, Cristian Amanpour’un karşısına Mevlüt Yüksel’i çıkardık. Öyle bir seviyeye düştü ki anaakımın pespayeliği konuşacak insan bulamadığından, bulsa da istediği yanıtları alamayacağını bildiğinden cansız varlıklarla röportaj yapmaya dönüştü. Gezi Parkı’ndaki ağaçlarla, taşlarla konuşan bir gazetecilik profili doğdu.

Türkiye’nin öteden beri kurduğu iç düşman hayali bugün ileri demokrasi kurduğunu iddia edenler tarafından tekrar gündeme taşındı. Gezi Parkını bazen Houston’dan talimat veren, ölmek var dönmek yok diyen gizli bir gücün, bazen Esad’ın, bazen Soros’un, bazen İran’ın yönlendirdiğini iddia ettiler. Sırf bu yüzden İranlı rockçı bir genç İran ajanı olduğu iddiasıyla Kumkapı’da sınırdışı edilmek için bekletiliyor. Soros’un Gezi Parkı’nı desteklediğinin iddia edildiği günlerde Soros’un adamı AKP iktidarının akil adamıydı. Parayı kim verdi o halde sorusunu bile kimse sormadı. Anaakım medyadaki pespayelik daha büyük bir pespayelikle örtülmeye çalışıldı, Rasim Ozan Kütahyalı standardıyla. Gezi Parkındaki insanlara 200 lira harçlık verildiği, Esad’ın Gezi’yi desteklemek üzere 100 tane adam gönderdiği ve bunların sınırda öldürüldüğü gibi tuhaf haberler yapıldı bu arada. Sınırda 100 kişi öldürülmüş ve bunun haberini de sadece Takvim gazetesi yapabilmiş.

Hanefi Avcı gibi geçmişi işkencelerle dolu bir polis şefinin hem TİKKO hem de PKK propagandasından yargılanmasının, aynı zamanda Ergenekon’da yargılanmaya devam ediyor oluşunun saçmalığıyla Gezi Parkı üzerine yapılan suçlayıcı haberleri yan yana koyduğumuzda yaşadığımız süreci tarif etmiş oluyoruz. Bizi beş yıldır böyle oyalıyorlardı. Halkların kardeşliğine inanan bir solcunun ırkçı olabileceği ya da ömrü ırkçılıkla geçmiş birisinin barışı tesis edebileceği gibi bir inançla bizi doldurmaya çalışıyorlardı. En akil insanın Akit’ten Hasan Karakaya olduğunu bize yutturmaya çalışıyorlardı. Bu süreç geldi, Gezi Parkı’na dayandığında argümanlarının ne derece saçma olduğu dünyanın gözünde görüldü. Buna demokrasi polisiyesi diyorum, bugün yerle bir oldu. Anaakım medya bütün suskunluğu ile birlikte çöktü ve Gezi Parkı’nda bu tepkiler oluştu.

Gazetecilere bunun başka bir cesaret verdiğini de düşünüyorum. Başbakanın desteklediği gazetelerde dahi başbakanı eleştirme cesareti gösterdiler. Başbakanın en büyük destekçisi Türkiye gazetesinde bile Gezi yüzünden onu eleştiren yazılar çıktı. Gezi sadece sokaktaki insanı değil, gazeteciyi de ikaz ederek onu o penguenleşen halinden kurtardı. Bu bakımdan Gezi Parkı süreci bize çok katkıda bulundu.

Gezi Süreci: Medya için bir durum tespiti

Ahmet Şık: İsmail biraz alçak gönüllülük yapıyor ama penguen diye tabir edilen medyanın içinde çalışan birisi olarak bu eleştirileri hak eden birisi değil. Alçakgönüllülük yapmayacağım, ben de değilim. Bizler gibi pek çok arkadaşımız da var. O yüzden “biz” söylemine itirazım var, zaten o yüzden de burada beraberiz diye düşünüyorum. Gezi, iktidar, medya birbiriyle bağlantılı kavramlar. Memet Ali Alabora üzerinden bir komplo hayata geçirilmeye çalışılıyor. Alabora demiş ki; mesele sadece üç beş ağaç meselesi değil. Çok doğru demiş. Hepimiz meselenin üç beş ağaç değil bir odunda birleşen demokrasi sorunu olduğunu biliyoruz. İnsanlar bu yüzden sokağa döküldü. İnsanları sokağa döken zulmün ideolojik aygıtıydı iktidar. Hepsinin zamkı olarak ortaya çıkan da medyanın kendisi bence.

Gezi süreci medyanın durumunu faş ettiği için çok değerli ama bu durum bugüne dair bir mesele de değil. 1991 yılında gazeteciliğe başladım. Son yirmi yılda bence medya hep aynıydı. Son yirmi yıla baktığımda bugün medya, tarihinin en ağır baskı dönemini, aynı zamanda utanç verici günlerini yaşıyor. Bu dönem neye benziyor diye soruyorum benden büyük abilerime. Sivil yönetimin olmadığı 12 Eylül’ü bir kenara bırakırsak, Menderes dönemine benziyor diyorlar. Şu anda darbelerle mücadele ettiğini iddia eden bir iktidar var, aynı zamanda sivil olduğunu söylüyor. Elinde silah tutanın, askerin gölgesini hissettirdiği günler geride kaldı ama bize demokratik bir rahatlık da getirmedi bu durum. En ağır baskı dönemini yaşıyoruz. Hep sansür üzerinden konuşuluyor ama otosansürün bu kadar ağır olduğu medyada, sansüre ihtiyaç bile yok. En tehlikelisi de bu. İsmail’in belirttiği gibi insanlar Amerika üzerinden Türkiye’de ne olduğunu anlamaya çalışıyor. 31 Mayıs günü yaralanmıştım, hastanedeydim. Bu arada Gezi benim için bir devrim provası gibiydi, hayatımın en güzel ayını yaşadım. Hastane penceresinden izlenecek bir şey değildi. Yaralanmayın, kimseye tavsiye etmiyorum. Antalya’dan abim aradı. Olayları canlı olarak internetten Norveç televizyondan izliyorum dedi. Anaakım medya vermediği için insanlar ya dışardan ya da yurttaş gazeteciliği diye tanımlayabileceğimiz Twitter üzerinden takip ettiler.

Medyanın ne olduğunu faş etmesi anlamında Gezi sürecinin önemli olduğunu söylemiştim. Öğle tatilinde orta sınıf diyebileceğimiz, eğitimli, beyaz yakalı plaza çalışanları NTV binasının önünde protesto yaptılar. Bu insanların hayatında böyle bir şey 31 Mayıs gününe kadar yoktu. İnsanlar bu süreçte bunu gördü.

Ben medyanın durumunun tespitinin yanında kendi medyamızı nasıl kurmamız gerektiğini de tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Normalde bir yerlere gidip konuşmayı seven birisi değilim ama park forumlarını çok önemsiyorum. Cihangir ve Abbasağa’daki forumlara katıldım. Kendi medyamızı nasıl inşa ederiz sorusunu bu forumlarda da dile getirdim. Bağımsız bir medya mümkün olmasa da nesnelliğe daha yakın yazılı, görsel, işitsel, internet ortamında kurulabilecek medya üzerine kafa yormak için parklara gidiyorum. Gezi ile birlikte ortaya çıkan ruhla bu ihtiyaçlar elle tutulur, somut bir hale gelebilmeli. Sizin fikrinizi de önemsiyorum bu konuda. Evrensel, Bir Gün, Sol, Gündem gazetelerini sayabiliriz. Böyle bir yerde de yayıncılık yapmak kolay olmayabiliyor, siyasi bir yapıya angaje olmaktan kaynaklanan bariyerler devreye girebiliyor. Bu yüzden de bağımsız gazetecilik yapmak zor demiştim.

Tarafsız gazetecilik Amerikan medya okullarından çıkmış bir safsatadan ibarettir, tarafımızı belli edelim. Açıkça sormak lazım Gezi’de kimden yana olacaksınız? Irak işgal edildiğinde kimin yanında yer alacaksınız? Ölen-öldüren, zulmeden-zulme uğrayan ilişkisinde tarafınız baştan bellidir. Bunu en nesnel koşullarda vermek gereken bir gazetecilikten bahsediyoruz. Az önce saydığım gazeteleri daha iyi hale nasıl getirebiliriz? Okur olarak alarak destek olabiliriz, eli kalem tutanlar buralarda yazabilir.

Medyanın ne olduğuna baktığımızda, toplumun tercihlerini belirleyerek siyasi çıkar gruplarının ekonomik beklentilerini karşılayan bir yapı olduğunu görüyoruz. Bunu en net Gezi’den önceki “barış süreci” gündeminden çıkarabiliriz. 90’lı yıllarda gazetecilik yaparken Güneydoğu’ya çok gidip geldim. Şimdiki barış çığırtkanlarının, o gazetelerin, o dönemde nasıl yazılara imza attığını, nasıl başlıklar attığını hatırlıyorum. O dönemki savaş çığırtkanlığı ile şimdiki yazdıkları birbirine tamamen zıt. Egemenlerle olan çıkar ilişkileriyle belirleniyor. Ben bu konuda samimiyeti sorguluyorum. Medya, toplumun siyasi görüşünü, duruşunu nasıl yönlendirileceği konusunda önemli bir araç; devletin ideolojik aygıtı tanımı bu noktada bizim medyaya oturuyor. 20 yıl önce de aynıydı devlet, PKK, asker oradaydı ama yazılanlar bambaşkaydı. Şimdi yaşanan çekilme dönemi 99’da da yaşandı, Abdullah Öcalan’ın tutuklandığı dönemde. Oysa medya şimdiki çekilmeyi “barış geldi” diye verdi. Barışın geleceğine dair tek umudu bana Kadıköylüler gösterdi oysa. Kemalist damarın en güçlü olduğu partilerden biri CHP, tabanının en güçlü olduğu yerlerden biri Kadıköy, Lice’de Medeni Yıldırım’ın öldürüldüğü gün on binlerce Kadıköylü diren Lice diye sokağa döküldü. İşte barış böyle gelecek bu ülkeye, Gezi Ruhu denen de bu bence. İktidar, biraz önce İsmail’in saydığı davalarla, muhalefeti bölerek yönetme becerisini çok iyi gösterdi; bunu da medya üzerinden yaptı. Böldükleri muhalefet ilk kez bir arada durmayı başardı. Temel ortaklık daha çok hak, daha çok özgürlük talebi, demokrasi de bu zaten. Gezi hiç homojenize bir yer değildi, içinde yan yana duramayacağınız görüşte insanlar da vardı. Bunlardan birisi geçenlerde gazetesinde yazdı. Yoğurtçu Parkı’ndaki forumu eleştirirken başbakan ne diyorsa aynısını söyledi. Bu beni rahatsız etmiyor aslında bizim gibi özgürlük isteyenlerle diğerleri arasındaki farkı daha açık biçimde ortaya koyuyor. Türkiye’de turnusol işlevi gören bir takım şeyler var: Başörtü meselesi, Kürt meselesi, özelde Ermeni meselesi ama genelde azınlıklar meselesi. Bu konulara daha çok hak, daha çok özgürlük diye yaklaşanlarla yan yana durmaya hazırım.

Medyada yitirilen iktidar ve yeni bir haber paylaşım alanı

İsmail Saymaz: Bir gün İstiklal’de gezerken gördüm, Tayyip Erdoğan’a kızan vatandaş duvara “Alex bile gitti, sen mi gitmeyeceksin” diye yazmış. Gezi’nin 11-12. günüydü. Buna çok gülmüştüm. Belli gazeteler var Gezi’yi haberleştiren, onun dışında Sözcü gibi yaygın gazetelerde yer alan ayrımcı söylemden dolayı Gezi Parkı’nın ana gövdesi çok kaldıramıyor. Diğer yaygın gazetelerde ise Gezi işlenemiyor. Buna zaten ihtiyaç duyulmamış diye düşünüyorum. Yaygın medyanın bütün manşetleri yok sayılmış, bütün duvarlar birer gazeteye dönüştürülmüş. Şişli’de, Nişantaşı’nda, Beşiktaş’ta, Taksim’e çıkan tüm yollarda ve başka başka yerlerde insanlar en güzel manşetleri attılar, en güzel işler oradan çıktı, gündem orada tayin edildi. Sadece duvar yazıları değil, oradaki söylem manşet olarak gazetelere döndü. Posta gazetesinin adı özgür postaya çıktı o yazılardan yola çıkarak manşet attığı için. Bu durum haberin yerinde üretildiği, bilginin yeniden üretildiği, yeni baştan biçimlendirildiği bir haber alanı yarattı, yeni bir bağlam yarattı. Yıllarca sosyalistler kolektif yayınlardan bahsettiler. İşte kolektif habercilik sokaklarda kuruldu. Gazeteler onları takip etti, günde 2-3 defa atamadıkları manşetleri düşündüler. Zaten Umur Talu der ki haber yazılmamış kısımdadır. Gezi Parkı’nı yaratan neyse o kendi manşetini attı ve onu dolaşıma soktu. Örneğin Başbakan dedi ki Amerika’da da gösteri oldu, 17 kişi öldü dedi. Hemen ABD konsolosluğu twitter’dan yalanladı. Başka açıklamalar oldu twitter’dan yalanlandı ve doğrusu da twitter’da yayınlandı. İnternet televizyonları kuruldu, Çapul TV kuruldu. Halk TV, o da başka bir mecra, Çapul TV’den görüntü aldı. Olmadık bir şey oldu, Halk TV, Roj TV’ye bağlandı. Akla hayale gelmez şeyler oldu. BDP’li milletvekili Halk TV’ye bağlanıyor. En doğru bilginin nerede olduğuna dair herkes arayışa girdi. Herkes gerçek fotoğrafı aramaya başladı. Tempo dergisinin özel Gezi sayısına kapak olan beş tane göstericinin tomadan sığınmaya çalıştığı o fotoğraf önce twitter’ı salladı. Akıllı telefonlar yardımıyla gazeteciler edinemeyecekleri fotoğrafları ve görüntüleri edinmeye başladılar. Örneğin İzmir’deki sopalıların dayak görüntüleri bu sayede bizlerin eline ulaştı.

Yıllarca bize gazeteciliğin tarafsız, sınıflarüstü bir meslek olduğu söylenegelmiştir. İşte bu söylem de Gezi’yle yerle bir oldu. Cep telefonu olanın, twitter’a girmesini bilenin, fotoğraf gönderebilenin habercilik yaptığı ya da haber kaynağı olduğu bir evreye gelmiş olduk. Manipülasyonlar, yalan haberler de oldu ama aynı gün doğrulandı. Başbakanın da söylediği toplumda bir algı vardır: Gazeteci Boğaz’a doğru viski içer, yazın da Bodrum’a gidip viskisini içmeye devam eder. Toplumla bağı kopmuş, yalıtılmış insanlardır. Gazeteci de kendini böyle zanneder. Oysa gazetecinin gerçekliği başkadır. Tıpkı diğer işçiler gibi iş yasasına tabi olarak çalışır, sık sık işten atılır. Maaşı düşüktür. Gazetecideki bu yabancılaşma yaptığı haberden ötürü ona sunulan hanım ya da bey titrinin, özel davetlere gidebilmenin, para harcamadan bir müddet yaşayabilmenin illüzyonundan kaynaklanır. Gazeteci bugünlerde halktan biri olduğunu anladı, çünkü kendilerinden birileri sokaklardaydı. Kendi gerçekliğine döndü. Gazetecinin diğerleri gibi bir insan olduğu, korktuğu, korktuğundan dolayı yazamadığı bugün bütün gerçekliğiyle ortaya çıktı. Bu korkunun ancak bilginin, bütün bir topluma ait olduğu ve toplumun bireylerinin kullandığı çeşitli cihazlarla, enstrümanlarla topluca üretilebileceğini, bilginin sahibinin parayı veren değil halk olduğunu göstererek gazeteciyi sarsabilir ve kendi gerçekliğine çevirebilir. Özellikle Gezi Parkıyla birlikte twitter’a sekiz milyon insan girdi ve buradan haberleşmeye başladı. Bugüne kadarki bütün kalıplar düştü.

Bu süreç geniş kitlelerin erişimindeki sosyal medyanın gazetecinin eski döneme ait iktidarının sarsılabildiğini ve yeni bir haber paylaşım alanının kurulabileceğini bize gösterdi. Haberin sahipleri onu yaratanlardır ve onların bulunduğu yerde vardır haber. Biz de onları takip ettik ve bize yön verdiler. Şu sokak başında şu insan dövülüyor dediler örneğin, biz oraya gittik. Ya da “ben de Gezi Parkı’na gelmek istiyorum” diyen valiye; “sayın vali Dolmabahçe’den gelmeyin polis müdahale ediyor” örneğinde olduğu gibi bazen valiye bile yön verdiler. Vali, Gezi Parkına müdahale edilecek mi sorusuna twitter’dan yanıt verdi. İnsanlar daha düne kadar korktuğu, çekindiği –aslında tam tersi olması gerekirken- valiyle, belediye başkanı ile yazışarak diyalog kurabildiler. Bu, bütün eski hiyerarşilerin de yerle bir edilmesi anlamına geliyor. Gazetecinin onun adına soru sormasını beklemeden sorularını kendileri sordular. Zaten gazeteci sormayacaktı, korkuyordu, işini kaybetmekten, imtiyazını kaybetmekten korkuyordu. Ondan o yetkiyi alıp sorusunu kendisi sordu, cevabını aldı, bazen dalgasını geçti.

Yurttaş Gazeteciliği ve Red Hack

Ahmet Şık: Özel kanalların ve haber kanallarının artmasından sonra haber kanalları bizi yurttaş gazeteciliği diye kandırmaya başladı. Birisi bir kaza görüntüsü çekmiş, kavga görüntüsü çekmiş akıllı telefonla bunu bize yurttaş gazeteciliği diye yutturdular. Yurttaş gazeteciliğinin gerçekte ne olduğunu bize bu süreç gösterdi. İsmail’in verdiği örnekler… Beşiktaş’ta bir evin camını kırıp içeriyi plastik mermiyle tarama görüntüleri, gaz bombası atılması, arkadaşımız Gökhan Biçici’nin uğradığı şiddetin cep telefonuyla kayda alınması vb. Yaygın medyadan bunları izleyemeyenler, gündemi takip edemeyenler tanık olduğunu göstermek üzere kendi medyasını kurdu. Yurttaş gazeteciliğinin ne kadar önemli olduğunu da bize gösterdiler. Ben başka yaygın şiddet kullanılan başka hiçbir dönemin bu kadar çok kayıt altına alındığını hatırlamıyorum.

Yine de polis şiddeti sonucunda 6 kişi öldü, en az 12 kişi gözünü kaybetti, 7 binden fazla kayıtlı yaralı var. Bu kadar kayıt altına alınmasına rağmen şiddetin önüne geçilemedi. İktidarın başındaki adam dün çıkıyor, polise şiddet kullanan üç-beş kişi görmüş, bunun yaygarasını yapıyor. Tabi, yapacağım kardeşim, kendimi savunmak için. O toplantıda bir gazeteci de çıkıp bu insanlar devlet şiddeti gördü, öldürüldü diye bir çıkış yapmıyor. El pençe divan duran bir gazetecilik anlayışı var. Öyle durmayana da haddini bildiriyorlar. Bu süreçle ilgili değil ama Hasan Cemal en iyi örneklerden. Kendisine saygı duyarım, iyi bir gazeteci olduğunu düşünürüm ama bu baskıda payı olanlardan birisidir. Bu iktidarın ne olduğunu söyleyenlere bundan birkaç yıl önce darbeci, ergenekoncu derken işin bu noktaya geleceğini tahmin etmesi gerekiyordu yarım asırlık bir gazeteci olarak. İktidara karşı çıktığı noktada da işini kaybetti. Ya da Yeni Şafak’ta yazan, vicdanlı bir gazeteci olarak gördüğüm Ali Akel, başbakanı Roboski katliamı ile ilgili eleştirdiği günün ertesinde kapı önüne konuldu. İktidara yakın duran insanların bile işini kaybedebildiği bir dönem bu. Gezi sürecinde en çok eleştiri NTV’ye yapıldı haklı olarak. Ama bu bir anda olmadı, son 2-3 yılda o ekrandan kaybolan Ruşen Çakır, Banu Güven, Nuray Mert vb. insanları düşünürsek… Şimdi de yeni istifalar var fakat o arkadaşlar kusura bakmasın bunu çok önemsemiyorum çünkü AKP ile özdeşleşen zulüm düzeni Gezi’yle başlamadı. Gazeteci olduğunuzu hatırlamak için NTV’nin önüne insanların gelip protesto etmesi mi gerekiyor diye soruyorum onlara. Lafım meclisten dışarı (İsmail Saymaz’ı kastederek) buralarda çalışan arkadaşlar kendilerini sorgulasınlar. Gazeteciliğin tanımı basit; kamu adına denetim yapmak. Medya sektörü çok iki yüzlüdür. Çok kolay kazık yiyebilirsiniz. İsmail az önce bazı olanaklardan bahsetti, tepedeki yüzde 10 yönetici sınıfı için az çok geçerli olabilir. Onların “haklı” nedenleri olabilir. Bir de piramidin altındaki yüzde 90 var, benim için önemli olan onlar. Hiçbir şekilde örgütlenme kaygısı taşımıyorlar. Sendikacılık dünyada ücret sendikacılığına indirgenmiş durumda, o yüzden Gazeteciler Sendikasını suçlamıyorum ama fikir işçiliği yapılan bir meslekte sendikanın önemi daha büyük bana göre. Sendikada örgütlenirseniz sizi yöneten amirinizin iki dudağı arasında olmaz geleceğiniz, haberinizin sansürlenmesi daha zor olur. Sendika editöryal bağımsızlığın güvencesidir bence. Gazetecilerin örgütlenmesinin engellenmeasi de aslında bugünkü durumu yaratmak içindir.

Yurttaş gazeteciliğinin önemini bize daha önceden gösteren bir grup vardı aslında: Red Hack. Red Hack, bir takım bilgileri ifşa etmeye başladıktan sonra twitter’da on binlerce takipçiye ulaştı. Muhalefetin işini yapmıyor olmasının da etkisi var tabi. İnanılmaz bir sempati topluyor, nerden baksak bir halk hareketi olarak görebiliriz Red Hack’i. Mevcut baskı sistemini, araçlarını göz önüne koyan bir yurttaş gazeteciliği yaptılar. Kirli bilginin dolaşma riski de var tabi sosyal medyada. Kontrol mekanizması kurmamız, teyitli bilgileri paylaşmamız gerekiyor. Bu tür spontane ve ağır şiddetin yaşandığı bir dönemde bunu yapabilmek kolay değil ama en basitinden tanıdığımız insanlardan gelen bilgileri yaymak gerekiyor. Gezi hareketinin bu kadar sempati görmesinin en önemli nedeni bana göre oradaki insanların taleplerinin samimi olmasıydı. Bu samimiyeti korumak için kirli bilginin dolaşımına izin vermememiz gerekir.

“1 Haziran’da halk Taksim’e akın etti, eylemciler dışarıda kaldı”

İsmail Saymaz: Yıllardır sol hareketleri takip ederim, Türkiye’deki toplumsal, siyasal mücadele tarihine de az çok vakıf olduğumu düşünürüm. Gezi’nin öncekilerden ayırt edici yönleri olduğunu ikinci, üçüncü günün sonunda anladım. 1 Haziran’da halk Taksim’e akın etti, eylemciler dışarıda kaldı gibi bir manzara oluştu. Çünkü atılan sloganları türü ve içeriği, atma biçimi itibarıyla bizim bildiğimiz yerleşik eylemci profilinin çok dışına çıkıldı. İktidar, IMF’ye borcu kapattık, uçuş yapılan nokta sayısını on yılda üç katına çıkarttık, aydınlatılmamış köy bırakmadık gibi verileri sunarak ekonomik olarak ülkenin örnek duruma geldiği Gezi Parkının Türkiye’nin bu gidişini beğenmeyenlerce iç barışı bozmaya yönelik bir enstrüman olduğunu iddia ediyor. Oysa bir de daha farklı veriler var. Türkiye’de şu anda 144 cezaevi var ve toplam 132 bin tutuklu var. AKP iktidara geldiğinde cezaevlerinde 55 bin tutuklu vardı. 2006’ya kadar da böyleydi. Özel yetkili mahkemelerde yargılanan sanık sayısı 70 bin civarında, Türkiye’de toplam 3 milyon sanık var yargılanan. 1978-1983 yıllarında askeri sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan sanık sayısı 55 bin civarında. Hemen her yurttaşa potansiyel bir örgüt düşüyor. Hemen herkes de dinlendiğini düşünüyor. Türkiye’de dinlenme öteden beri var ama artık sıradan bir hal almış. Bir mahkeme hakimi kendi telefonunun dinlenme kararını imzalayabiliyor. Bu rakamları koyduğumuzda güçlü bir muhafazakar hükümetçe susturulmuş, bastırılmış bir toplum görüyoruz. Cezaevi yapımını yatırım sahaları olarak gören, Diyarbakır cezaevini yıkıyoruz ama daha güzelini yapacağız bakış açısına sahip, kodamanın sırtı yere gelmeyeceğinden Mehmet Ağar’a tek başına cezaevi tahsis eden, Kürt çocuklarına sıra gelince on kişilik koğuşlara 30 kişi sığdıran bir iktidarla karşı karşıyayız. 1960’lardaki De Gaulle yönetimine benziyor. Fransa bu dönemde ekonomik olarak çok gelişmişti ama De Gaulle’ün karşısında ülke titremekteydi. De Gaulle nasıl savaştığını bilmeyen, görmemiş, umrunda da olmayan bir grup genç Fransa’da kaldırımları söktü, De Gaulle’e fırlattı. De Gaulle iki yıl sonra gitti. Bilmiyorum ama De Gaulle de muhtemelen bugün başbakanın söylediği gibi biz bunları yaptık demiştir. Sokağa çıkanlar bunu bilmiyorlar. Mesut Yılmaz’ı tanımıyorlar. Necmettin Erbakan’ı yaşlı bir adam olarak hatırlıyorlar. Tansu Çiller’i iyi ki hatırlamıyorlar. Yıldırım Akbulut’u bilseler çok gülerlerdi. Tayyip Erdoğan’la doğdular, şu an iktidarının sonunda her siyasi liderin yaşadığını tecrübe ediyor. Onların gözünde eskimiş bir lider. Kendisi farkına varmayabilir ama yaşlandı. Yeni bir kuşak geldi. Genel Kurmay başkanına parmak sallaması iyiydi, o bir otoriteydi, İsrail başbakanına iyi ki salladı ama savunmasız bir yurttaşa parmak sallanmayacağını öğrenmeliydi. Sıradan bir yurttaşın kendisini ancak adaletle güvende hissettiğini bilmeliydi, adaletten de o sorumluydu. Fakat o herkesin kendisini milletin kurucu babası olarak tanımasını istedi. Bunu kabul etmediler ve sokağa çıktılar. Bildikleri yollarla muhalefet ettiler. Tutuculaşmış her iktidarın yaşadığını yaşadı, değişimi kabullenemedi.

Marksizm için değişimin değişim halindeki teorisi denir. Hayat böyledir. Bu iktidar karşısına çıkan kitlenin 28 Şubattaki mağduriyetini görmesini istedi, çocuklar hatırlamıyorlar. Nasıl 12 Eylül kuşağı 12 Martı bilmiyorsa, nasıl Kıbrıs’ın son çocukları Kıbrıs Harbini bilmiyorsa… Yeni bir dünya istiyorlar; daha özgür, daha eşit, söz hakkının olduğu, saygı duyulan, parmak sallanmayan, polisle-mahkemeyle tehdit edilmeyen, örgütün hangisi, elebaşın kim sorusuna muhatap olunmayan bir Türkiye istiyorlar. Haklılar, Tayyip Erdoğan’dan sıkıldılar.

Türkiye’de özellikle son 5-10 yılda sınavla bir yerlere gelme, kamuda hak ettiği yere ulaşma inancı kayboldu. AKP iktidarı ve ona yakın dini gruplar dışında kimsenin orada yer bulamayacağına dair bir inanç oluştu. Liyakat yok edildiğinde, insanların becerileri yok sayıldığında sokağa çıkarlar. Muhalefete parlamentoda yer verilmezse ve muhalefet halkı temsil etmezse halk sokağa çıkar. Böyle de oldu. Muhalefet Taksim’de kendini gösterdi. Son olarak, iktidarın sahiplerinin bu halk nasıl Kayserili işçi çocuğu Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yaptıysa, nasıl Kasımpaşalı İETT işçisi Tayyip Erdoğan’ı başbakan yaptıysa kendi içinden başka işçi çocuklarını, başka memur çocuklarını da başbakan, cumhurbaşkanı yapacağını bilmeleri, öğrenmeleri gerekir diye düşünüyorum.

“Hocam bizi lütfen siyasete bulaştırmayın” ya da devletin ceberrut yüzüyle ilk kez doğrudan karşılaşanlar

Ahmet Şık: Bir kaç ekleme yapacağım. Olaylar başladığında sokağa çıkan kitle için apolitik tespiti yapmıştım. Bu hatalı tespit için burada özür diliyorum. Çünkü ben o kitlenin bir kısmıyla çalıştığım üniversitede birlikteyim 5-6 yıldır. Çok apolitik bulduğum bir gençlik profili vardı karşımda. Yakın tarihe ilişkin bilgileri çok kısıtlı, siyasi konulara hocam bizi lütfen siyasete bulaştırmayın diye yaklaşıyorlardı. Ben o çocukları sokakta da gördüm. Bizim durduğumuz yerden apolitik görünüyorlar ama kendi içlerinde de tutarlı politik bir anlayışları olduğunu bize kanıtladılar. Benim yaşam biçimime karışma dediler. Ben senin giydiğin kıyafete, dini inancına karışmıyorum. Sen de benim içkime, sevgilimin, karımın bacak arasına karışma; bedenim üzerimde söz sahibi değilsin, kaç çocuk doğuracağıma sen karar veremezsin vs. Kısaca yaşam biçimimi şekillendiremezsin diyor. Bu çocuklar aynı çatışmayı kendi evlerinde anne-babalarıyla da yaşıyorlar. Bu noktada çok da politik bir yerde duruyorlar ve diğerine karşı saygılı bir anlayışları var. Bir takım mevcut siyasi yapılara da siz de artık elinizi ayağınızı çekin, söz sahibi bizler olalım mesajını da verdiler. Belli kalıplar üzerinde yürüyen siyasetin artık bu ülkede bir karşılığı yok. Belki sadece iktidar kanadında, o da bunu medya üzerinden korumaya çalışıyor ama çok gerçekçi değil. Sahte ekonomik göstergelere, sahte ileri demokrasiye, sahte darbe yargılamalarına, sahte örgüt davalarına inandırılamayacak bir kitle var. Bu yeni kuşağa hepimiz minnet duymalıyız.

Bir yandan başka bir tespitimi de paylaşmak istiyorum. Bu çocuklar devletin kanlı tarihini, ceberrutluğunu doğrudan yaşamadıkları için bu kadar kitlesel bir şekilde sokağa döküldüler, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünde görüldüğü gibi yoğun bir şiddetle karşılaşınca da bir kısmı sokaktan çekildi. Forumlar bu açıdan da önemli. Sokak özgürleştirir. İktidarın yakın zamanda çekileceğine dair bir öngörüm yok ama en azından istediği her şeyi yapamayacaklarını gördüler.