Karadeniz ve Son Kumsal Belgeseli Üzerine Düşünceler: Karadeniz Otoyoluna 1 Km Daha Kaybetmeyelim

Özcan Alper /

Nereden başlamak gerek. İlk önce şunu söylemem gerek, bu bir belgesel eleştirisi olmaktan çok Karadeniz üzerine bir yazıya daha doğrusu bir coğrafyaya yakılan bir ağıta dönüşebilir. Keza bu sorunlu bir yaklaşım değil çünkü Rüya Arzu Köksal ve Aydın Kudu’nun gerçekleştirdikleri Son Kumsal belgeselinin yapmaya çalıştığı da bu aslında. İnsanların bir kez daha Karadeniz ve ona yapılanları düşünmeleri ve geç de olsa bir şeylere yine de dur diyebilmeleri… Ama burada esas olan şu ki; mesele sadece Karadeniz ve Karadeniz’in inşaata ve şantiyeye dönüştürülmesi değil tüm memleketin inşaata ve şantiyeye dönüştürülmüş olması. Söz konusu memleket olduğunda ise bu sadece ekonomik bir durum değil bir bütün olarak memleketin dört bir yanının şantiyeye dönüştürülmesi. Bu sadece 600 kilometrelik bir yol inşa politikası değil aynı zamanda bir resmi ideoloji meselesidir. Neden?

Türkiye ulaşım sisteminde demiryolları ve diğer ekonomik ulaşım araçlarının geliştirilmesi yerine karayollarının ulaşımda tek ve alternatifsiz olarak kullanımı sanırım Menderes dönemi politikaları ile ayyuka çıkmakta. Durum böyle olunca, özellikle daha sonra Demokrat Partinin mirasçısı Demirel hükümetleri zamanında, otoyollar seçim zamanlarının en büyük yatırım meselesi olarak görüldü.

Karadeniz’de ise karayollarının serüveni yine aynı şekilde 1960’ların sonlarında başladı. Burada ne planlama ve ne de bir sorun çözümü hedeflenmediği için hiç bir altyapı çalışması yapılmadan kısa vadeli çözüm yolları arayışına girildi. Söz konusu olan doğaya, zamana ve geleceğe dönük bir çözüm planı değil doğrudan sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yatırım yapılmasıydı. Çünkü böylelikle 20. yüzyılın en önemli endüstri alanlarından ve sonrasında tüketim toplumunun ve kapitalizmin en önemli göstergelerinden biri olan otomotiv sanayinin yaygınlaştırılması doğrultusunda tüm bu yatırımlar yapılabilmekteydi. Bu durum Türkiye kapitalizmi ile de doğrudan ilintili elbette. Bağımlı ve montaj sistemi üzerine kurulu olan sanayi anlayışı için otomotiv sektörü oldukça uygun. Karadeniz’de ise öncesinde varolan deniz taşımacılığı kısa vadede geliştirilip modernize edilecekken kısa vadede yok edildi. Demir yolları ise buraya hiç girmedi.

Karadeniz’de bugünkü 600 kilometrelik( Samsun –Hopa ) sahil yolunun hikayesi, kendisi de otoyolları kapatıp ralli yapan 12 Eylül askeri rejiminin ve 24 Ocak kararlarının uygulayıcısı Başbakan Turgut Özal döneminde tekrar canlandı. Kendi ismi ile anılacak politikalar üreterek Türkiye siyaset literatürüne giren bu şahıs, Özalizm politikalarının en önemli göstergelerinden biri olarak, otobanlar ile neredeyse özdeşleşir olmuştu. Hal böyle olunca memleketin her tarafına otobanlar yapılmaya başlandı. Burada meselenin can alıcı boyutu ise bu otobanların yapılış amacı esas olarak sorunu çözmek ya da halka hizmet değildi. Tam tersine sorun bir resmi bir ideoloji meselesiydi. Bu 600 km’lik yolun sadece 10 km’lik kısmını oluşturan Hopa – Sarp arasının 20 yıllık yapım sürecinin hikayesi bile bunu yeterince açıklamaktadır (1).

Karadeniz’de kışın çok dalgalı ve şiddetli olan hava koşullarından dolayı esasen doğrudan deniz kenarı boyunca yol yapımının uygun olmadığı herkesçe bilinmektedir. Bunun için Karadeniz’de sadece bir kış döneminde kalmış olmak yeterli bir bilgi sağlar zaten. Oysa ki gerek Demirel hükümetleri gerekse onun takipçileri olan önce Özal sonra Çiller, Mesut Yılmaz ve bugünkü Tayyip hükümeti bunu görmezlikten gelmeye çalışıyorlar çünkü onların esas sorunu bu değil. Esas mesele kendi yandaşları olan ve bir bütün olarak memleketi sürekli şantiye durumuna sokan kendi destekçileri ve hizmet ettikleri şirketlere iş sağlamak. Ne pahasına, Karadeniz otoyolu pahasına, nükleer santraller ve siyanürlü altın arama ve her yeri baraja çevirme pahasına.

Burada meseleyi açıklayan özel bir hikaye anlatmak istiyorum. 2000’lerin başında Bulutları Beklerken filminin çekimleri(2) için tüm Karadeniz’i dolaştıktan sonra bir gece yine Rize İkizdere’de bir yayla evinde TSE(Türk Standartları Enstitüsü)’de çalışan bir mühendisle karşılaştım. Doğal olarak konu dönüp dolaşıp Karadeniz otoyolu meselesine geldi. Nasıl ki, Karadenizli geçinen politikacıların Karadeniz’e en büyük kötülüğü yapmalarını anlayamamam gibi bu otoyola onay verenleri de anlayamıyordum. Ona da bu işe nasıl olup da onay verdiklerini ve vicdanlarının rahat olup olmadığını sordum. Anladım ki karşı çıkan mühendislerin ve yetkili kişilerin varlığına karşın Ankara’dan sadece bazı kişilerin çıkarları için bu proje onaylanmıştı. Çünkü aynı donemde açılan ihalede, Japon müteahhitlerin aynı yolun doğayı tahrip etmeden, Karadeniz’in reel durumu göz önüne alınarak yukarıdan geçen viyadük sistemi ile daha kısa zamanda ve daha az maliyetle halledilmesi önerisini reddetmişti hükümet. Çünkü esas olan memleketin uzun vadeli bir inşaata dönüştürülmesi ve birilerinin de buradan beslenmesi olduğu için bu ihale dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ın inşaatçı kardeşine verilmişti.

Sonrasında ise korku animasyonlarını aratmayan reel görüntülere tanık olmaya başladık. 600 km boyunca dağlardan, taşocaklarından dev kamyonlarla getirilen taşlarla Karadeniz adım adım doldurulmaya başlandı. Tüm doğal koylar ve balıkçı korunakları yok edildi. Kurtarılmaya çalışılan bir kaç plaj ve koyda ise inanılmaz oyunlar oynanmaktaydı. İşin ilginç tarafı Son Kumsal belgeselinde de anlatıldığı gibi kimi yerlerde, coğrafyanın uygun olduğu yerlerde yol, arkadan geçebilecekken, sürekli kıyı şeridini tahrip ederek ilerletiliyordu. Diğer taraftan kendi akıllarınca bu sahil yolunu doldururken bir taraftan da bu yolların alt kısımlarını belediyelerin çöpleri ile doldurarak çifte tahribat yaratıyorlardı. Bu atıkların çok rahat denize sızacakları ve ciddi bir kirlilik yaratacağı bilinmesine rağmen. Diğer taraftan inanılmaz maliyetlerle denizi büyük bir canavar gibi dolduran bu zihniyet arıtma tesisleri kurulması için bütçe ayıramamakta nedense. Bütün Karadeniz’de tüm kanalizasyon ve şehir çöpleri denize akmakta(3).

Peki bu sırada Karadenizliler ne yapıyor? Memleketin tümünde olduğu gibi ne yazık ki güzellikten nasibini alamamış halkımız bunu bir kalkınma hamlesi olarak görüyor. Bu yola ve Karadeniz’in başına gelenlere karşı çıkan solcular ise kabaca gericilikle ve memleketin kalkınmasını istemeyen kişiler olarak sunuluyordu. 600 km’lik bu kıyı şeridinde sadece solcuların kısmen güçlü olduğu kimi yerlerde, sanırım sayıları dört ya da beşi geçmeyen, bir kaç küçük plaj kurtarıldı. Giresun’da, Artvin- Hopa’da ve Kemalpaşa’da ise sadece iki yer… Rize Fındıklı’da sahilin doldurulmasına karşı çıkan namuslu bir kaç vatandaştan biri olan ve karşı davalar açan avukat Cihan Eren faili belli bir şekilde mafya tarafından öldürüldü.

Şimdi burada esasen başka bir şeye daha değinmek istiyorum. Sorun sadece var olan hükümetlerin politikaları değil maalesef. Sadece Karadeniz örneğinde bile bunu görmek mümkün. Gerek bu otoyol meselesi gerekse tüm Karadeniz kıyı kentleri boyunca ilerleyen bu çarpık ve inanılmaz çirkin kentleşme (4) temelinde başka bir sorunsalı da barındırmakta. Türkiye’de kentleşme sorunsalı esasen cumhuriyetin kuruluşu ile doğrudan ilgili. Osmanlı döneminde müslüman tebaya karşın daha çok kentli nüfusu oluşturan hristiyan tebanın cumhuriyetin temel unsurları olarak görülmeyip gerek kuruluş öncesi gerekse kuruluştan sonra Anadolu’yu terk etmek zorunda kalmaları, Türkiye’deki kentlileşememenin birincil etkenlerinden biridir. Hal böyle olunca göçebe kültüründen gelen ve bir türlü yerleşememiş bir topluluğun kurduğu kentler de bu kadar çirkin ve uyumsuz olmakta. Diğer bir mesele ise esas olarak toplumda tinsel olarak bir güzellik anlayışı maalesef oluşmamış durumda. Bu konuda ne zaman Karadeniz’e ya da başka bir bölgedeki bir köye gitsem Fide Motan’ın Aziz Nesin’in öykülerinden uyarlanmış filmi aklıma gelmekte. Harap durumdaki bir evin bir insan tarafından nasıl güzelleştirildiğini anlatırken, toplumun yaklaşımını, gerçek yüzünü de çok iyi anlatıyordu. Burada esas olan insanlarda tinsel olarak böyle bir duygunun yani kendiliğinden de olsa bir güzellik anlayışının oluşmamış olması. Belki de buradan bakınca sadece öğrenim değil aynı zamanda bir eğitim politikası da üreten köy enstitüleri projesinin ne kadar önemli olduğu ve neden sonra engellendiği de daha anlaşılır olur.

sonkumsal66

Son Kumsala dönersek; yönetmenler Rüya Arzu Köksal ve Aydın Kudu’nun bir kaç yıllık bu çalışması adım adım bir yok edilişe tanık olmakta. Bunu yaparken, özellikle mekanlarla birlikte insanların da yaşamlarının değişimini anlatabilmeleri belgeseli başarılı ve önemli kılan öğelerden biri. Çünkü burada yok edilen sadece doğa değil esasen bir yaşam kültürünün de adım adım yok edilmesidir. 600 km boyunca insanların, kentlerin denizle olan tüm ilişkisi neredeyse yok edildi. Denizle aralarına büyük bir set çekildi. Belgeselde anlatıldığı üzere özellikle bu değişimin bölgedeki kadınların ve genç kızların yaşamlarına etkileri de çok önemli. Kumsallardan geçen Karadeniz otoyolu, sistem tarafından ekonomik boyutlarının yanı sıra gündelik hayat içerisinde de kendi muhafazakarlığını bir şekilde dayatmakta. Özellikle taşrada bu tarz toplu yaşam alanlarını kapatarak insanları kapalı mekanlara ve evlere hapsetmekte. Böylelikle daha çok gündelik modern hayatın ve kadınların dışarıdaki serbest dolaşım alanları ortadan kaldırılıyor(5).

Şimdi ise kalkınma adına birileri bu 600 km yetmiyormuş gibi Karadeniz’in diğer batı ucunu aynı şekilde yok etmek istemekte. Buna dikkat çekmek isteyen belgeselciler ise Son Kumsal’ın gösterimini gerçekleştirdikleri bu sahil kasabalarında, yukarıdaki zihniyetin doğrudan temsilcileri ve işbirlikçileri tarafından saldırıya uğramakta. Oysa şu anda, gerçekten de tüm Karadeniz için öncelikli konu otoyolun ta kendisidir. Çünkü bir yerde beş yıllık bir kalkınma planıyla pek çok problemi, işsizlik ve açlık dahil, çözebilirsiniz. Ama doğanın binlerce yıllık oluşturduğu doğal dengeyi bozduğunuz takdirde onu hiç bir zaman telafi edemezsiniz. Bu yüzden bu belgesel sadece toplu gösterimlerle sınırlı mekanlarda değil, kasabalarda, köylerde, kahvelerde, evlerde mümkün olan her yerde gösterilmeli ki, değil yeni bir 600 km daha, bir kilometre dahi kaybedilmesin.

Gerçekleştirenlerin akıllarına ve yüreklerine sağlık.

Notlar:

(1) 10 km’lik bu yolun yapım hikayesi, öncesiyle beraber neredeyse elli yılı bulacak. Tek başına bu yolun tarihi bile Türkiye’deki politik işleyişi anlatmakta: 1960’ların sonlarında başlayan yol çalışması en son 2000 yılında tabi ki sahil şeridi doldurularak dört şerit olarak bitirilmişti. Ama bitiminden sadece bir kış mevsimi bile geçmeden iki şerit kullanılmaz oldu. Çünkü yapılırken dik kayalıkların kışın dağ tarafındaki iki şeridi kapatacağı düşünülmemişti. Şimdi hummalı bir şekilde denize doğru tekrardan bir dolgu daha yapılıyor tekrar iki şerit daha açmak için. O iki şeridi de Karadeniz’in dev dalgaları beş on yıl içerisinde yutacak ve babamın ilk çalışmaya başlayıp emekli olduğu bu yol sanırım bir elli yıl sonra daha yapılmaya devam edecek. Tabi bu arada Karadeniz’i doldura doldura karşı Rusya sahillerine varmamışsak! Bu arada bu sahil yolunu yapan şirketlerin işleyişleri ve yönetimi hakkında ilginç bir anekdot aktarmak istiyorum. Örneğin, biri altı kardeşli bir şirket. Kardeşlerin her biri Türkiye’deki demokrasi yelpazemizi oluşturan güzide partilerden birine üye. Diyelim ki CHP iktidara geldi, CHP’li kardeş yönetime geçiyor. AKP iktidara geldi AKP’li kardeş şirketin yönetimini devralıyor. Her daim yol ihalesi alınmaya devam ediliyor. Partiler değişiyor ama güzelim Karadeniz’i taşla dolduran bu şirketler değişmiyorlar maalesef. Ve gerçek olan şu ki memleketin ulaşım politikalarını da bu kanemiciler belirliyor.

(2)Yeşim Ustaoğlu’nun Bulutları Beklerken filminin mekan araştırması için bu bölgeyi dolaşmıştım. Çok uzak bir zamanda değil sadece yetmişlerde geçen bu film için ne yazık ki Samsun’dan Hopa’ya kadar doğal bir balıkçı korunağı ve kasaba meydanı bulamamıştık. Ve en sonunda Giresun–Tirebolu’da balıkçı korunağının arka yol tarafını yerlere kum dökerek filmin çekimi için uygun bir mekan yaratıldı. Bir yol sonra aynı yerden geçtiğimde doğal olarak küçük balıkçı korunağının yerinde de yeller esiyordu.

(3) Bu konuda, Hopa ÖDP belediyesi 4 yıldır bağlı olduğu Doğu Karadeniz Belediyeler Birliği aracılığıyla çöplerin Karadeniz’e dökülmemesi ve ortak bir arıtma tesisi kurulması için çalışmalar yürütmesine rağmen hiçbir sonuç alamamakta. Çünkü her şeye para var ama arıtma tesisi için gerekli para yok. Sinop ve Samsun’da nükleer santral için para var.

(4) Ne yazık ki Karadeniz’in Türkiye tarafındaki kıyı şeridindeki bu çirkin kentleşme hemen yanı başımızdaki Batum şehrine gidince çok daha fazla göze çarpıyor. Hopa’dan sadece 5 km’lik mesafede olan bu Karadeniz şehrindeki kent ve kentin planı aslında sosyalizm ve kapitalizm arasındaki farkın görülmesi için birebir örnek teşkil etmekte. Türkiye tarafında sahiller taşla doldurulurken orada tüm sahil şeridi geniş bir plaj ve yeşil park alanına çevrilmiş durumda. Kentin yarı alanı Karadeniz gibi bir yerde bile yeşil alan ve kültürel alana ayrılmış. Tiyatro, opera, üniversite gençlik parkları, açıkhava konser alanları vb. Tümüyle sosyal ve kültürel alanlara ayrılmış. Mimarlık öğrencileri için sanırım çok güzel bir karşılaştırma olur. Ama sonuç açık; insana, kültüre ve doğaya düşman kapitalizm.

(5) Bu 600 km’lik alanda kurtarılan ender plajlardan biri de Hopa Kemalpaşa arasında Kopmuş denen bir mevkideydi. Burası öncesinde harap ve kendi haline terkedilmiş durumdaydı. Son seçimlerde Hopa Belediyesini alan ÖDP’li belediye bu sahil kısmını Karadeniz’de örneği olmayan bir şekilde modern bir halk plajına dönüştürdü. Sadece ilçe halkı için değil kısa zamanda Trabzon’dan Kars’a kadar tüm bölgedeki halkın günü birlik ya da haftasonları gelip çadırlarda konaklayabildikleri bir yere dönüştü. Haftasonları ziyaretçi sayısı beşbinleri buluyordu. Önce, doğal olarak plajın yakınındaki askeriye belediyeye burasını terk etmesini istedi. Sonra bunun halkta çok büyük tepki yaratacağını anlayınca olaya Artvin il özel idaresi el attı. Tüm sahil şeridi taşla doldurulurken ses çıkarmayan devlet yetkilileri bu sefer belediyeye doğaya uygun inşa ettiği ahşap tuvaletler ve duş alma yerlerinin doğaya uygun olmadığını ve yıkılacağını söylediler. Yine dirençle karşılaşacaklarını ve karşılarında halkı bulacaklarını anlayınca bu sefer kaleyi içten fethetme yöntemi devreye sokuldu. Belediyenin AKP’li meclis üyeleri plajdaki mayolu insanların, halkın ahlakını bozduğunu bahane ederek bir açık bulmaya çalıştılar. Sonunda buldular. Belediye yönetimi plaja gelen halktan otopark ücreti almayarak belediyeyi zarara uğratıyordu. Söyleyecek bir söz bulamıyorum daha fazla. Aziz Nesin’in kulakları çınlasın…